“Çaylak ve Filozof” serisi ile çocuklara düşünmeyi sorgulamayı ve hayata felsefi açıdan bakmayı sevdiren çocuk edebiyatımızın sevilen yazarı Özkan Öze ile sizler için keyifli bir söyleşi yaptık.
Özkan Bey, öncelikle sizleri platformumuzda görmekten mutluluk duyduk ve bizleri kırmadınız için teşekkür ederiz. Biz sizi yakından takip ediyoruz ancak sizinle bu röportaj vesilesiyle tanışacak olan okurlarımız için kısaca kendinizden ve yazarlık serüveninizden söz eder misiniz?
—Bir yazar, bir çocuk ve gençlik kitapları yazarı olmamın dışında hakkımda söylemeye değer pek bir şey olduğunu düşünmüyorum açık söylemek gerekirse. İşler benim için bu noktaya nasıl geldi, hangi yollardan geçmem gerekti, ne kadar çabaladım vs… gibi sorulara verebileceğim birtakım cevaplar elbette var ancak bunların başkalarına faydalı gelebilme ihtimalini de mümkün görmüyorum. Size anlatabileceğim bir başarı öyküm yok. Bunun bir başarı öyküsü olup olmadığından henüz emin değilim…
Üstelik yazmak, benim için bir meslek bile değil; asla ustası olamayacağınız bir uğraş için nasıl olur da mesleğim diyebilirsiniz? Yazmak benim için hayatıma ve varoluşuma anlam katan ve bu hayatta yapabileceğim en iyi şey. Onu çok iyi yaptığımı söylemiyorum, yapacak daha iyi bir şeyim olmadığını söylüyorum. Bu yüzden yapabileceğim en iyi şeyi, yapabileceğim en iyi şekilde yapmaya çabalıyorum.
Bazen olmuyor, bazen de olduğunu düşünüyorum. Yazmayı gerçekten başardığımı söyleyenler var, onlara inanmak istiyorum; Bazen inanıyorum, bazen abarttıklarını düşünüyorum…
Yazarlık çabamı bir noktaya getirdim bunu inkâr edecek değilim fakat nokta nedir? Nokta bir son mudur? Evet nokta bir sondur ama aynı zamanda nokta bir başlangıçtır. Bütün yolculuklar, bütün güzel cümleler hep bir noktadan başlar… Yirmi senedir yazıyorum ve henüz yolun başında olduğumu düşünüyorum… Bu sözlerimde şaşılacak bir şey yok. Mütevazilik ediyor da değilim. Ne diyordu Filozof Çaylak’a, “Gidebileceğimiz en uzak nokta, yola çıktığımız noktadır…” gibi bir şey diyordu…
Tekrar dünyaya gelsem yine yazar olurdum da diyemem. Kendime, hayatıma anlam ve değer katacak başkaca iyi şeyler arar ama sanırım bu kafayla, bundan daha iyisini yine bulamazdım…
Kelimeleri seviyorum. Onları bir araya getirmek ve birtakım anlamları başkalarına aktarmak büyüleyici bir özellik. Ayrıca beni başkaları için tahammül edilebilir bir kimse kılıyor. Yazar olduğum için memnun ve müteşekkirim. İnsana kalemle yazı yazmayı öğreten Allah’a hamd olsun… Bu ne büyük bir lütuf ne kadar kıymetli bir ihsan. Teşekkürler… Yazabildiğim bütün güzel kelimeler için, onları meydana getiren harfler sayısınca teşekkürler…
Türk Çocuk Edebiyatına birbirinden değerli birçok eser kazandırdınız ve inşallah Allah size uzun ve hayırlı bir ömür nasip ettikçe çocuklarımız için yeni eserler kaleme almaya devam edeceksiniz, ancak biz özellikle “Çaylak ve Filozof” isimli eserlerinizi biraz konuşmak istiyoruz. “Çaylak ve Filozof” serisinde her kitapta bir konuya yoğunlaşıp Çaylak isimli karakterimiz ile Filozof isimli karakterimiz sokratik bir diyalogla düşünce dünyasına yelken açıyorlar. Bu eserleriniz şu noktada çok kıymetli: Şu an geldiğimiz noktada ülkemizde ve dünyada eğitim sistemlerinin en büyük çıkmazı insokratik bireyler yetiştirmesi. Yani eleştirel ve sorgulayıcı düşünceye sahip olabilmelerini sağlayacak bir zihin dünyasına pek de sahip olamamaları. Tüm dünyada eğitim programlarının temel amaçları belirli bir müfredatı bireye olduğundan sanırım işin bu kısmını ister istemez es geçiyorlar. Üstelik son on yılda sosyal medyanın hızla yaygınlaşması ve toplumda daha önce iyi veya kötü var olan “oku-tefekkür et” halinin yerini “izle-geç” halinin yer alması adeta işin tuz biberi oldu ve en nihayetinde insanı hayvandan ayıran en temel vasıflardan biri olan “düşünme ve fikir üretme” kabiliyetleri tabiri caizse uyku moduna alınmış oldu. Tüm bunları da göz önünde bulundurarak bize Çaylak ve Filozof’un ortaya çıkış hikayesi ve bu serinin sizin zihin dünyanızdaki yeri ve amacı hakkında bize ne anlatmak istersiniz?
—Çaylak ile Filozof, ele aldığı konuları varoluşsal bir açıdan ele alıp bir anlam arayışı olarak değerlendirir. Çünkü bana göre var olmak inanılmaz bir şeydir. (Dizinin okurlarına bu açıklamayı yapmama gerek yok biliyorum ama henüz okumamış olanlar için, “İnanılmaz” derken bunu bir hayret ifadesi olarak kullandığımı söylemem gerek.) İnsanın en büyük çabası kendi varlığına yakışan bir anlam bulmaktır. Bunun farkında olalım ya da olmayalım ekmeğe ve suya ihtiyaç duyduğumuz gibi varlığımıza bir anlam bize o varlığı doya doya hissettirecek var olmanın o görkemli lezzetini tattıracak bir anlama ihtiyaç duyarız. Filozof’un Çaylak’a yaptığı da tam olarak bu aslına bakarsanız; Ona kendi varlığını hissettirmek ve o varlığa bir anlam bulması için yol göstermek. Filozof, insanın kendi varlığını, VAR EDİCİ ile irtibatlandırmadan bunun mümkün olmadığını bizzat tecrübe etmiş biri… Çaylak’ın ona “Filozof” dediğine bakmayın o, ayağında demir çarık, elinde demir asa uzun yollar yürümüş bir ermiş aslında… Bir modern zaman dervişi… Eğer ben Çaylak’ın yaşlarındayken Filozof gibi biri hayatımda olsaydı, benim için işleri çok kolaylaştıracaktı. Ancak o zaman, büyük ihtimalle bu kitapları yazamayacaktım. Yazsam da bu seviyede bir duygu aktarımını başaramayacaktım. Çaylak’ın yaşadığı varoluşsal sancıları bu boyutta çekmeyecektim çünkü… Ya üzerinden atlayacak ya da etrafında dolaşacaktım, bilecektim fakat içine düşmeyecektim…
…
Filozof’un Çaylak’a kazandırmak için adeta kendini paraladığı en önemli meselelerden biri özgür düşünce cesaretidir. Bir ara işleri o kadar ileriye götürdü ki ona, “Saçmalamak da bir düşünce özgürlüğüdür” dedi. Gerçekten bu cesarete ihtiyacımız var. Giderek artan bir ihtiyaç bu… Aslında farkında değiliz ama dünyanın hiçbir zaman bugünkü kadar büyük ve acıklı bir özgürlük sorunu olmamıştı. Sorumlulukları kendilerine hissettirilmeden ellerinden alınan, onlar adına fikir üretilen, onlar adına düşünülen, onlar adına hemen her konuda karar verilen kitleler oluştu. Çaylak ile Filozof okurlarının yakalarını bu makinanın çarklarına kaptırmayacaklarını, kaptırdıklarında da kurtarmayı başaracaklarını ümid ediyorum. Çıkış noktam işte bu ümittir…
Kitabı okurken şunu fark ettim, hikayenin kurgusu iki kahramanımız arasındaki diyaloğa dayanıyor ancak buna rağmen kitap bir an bile sıkılmadan okutuyor kendini. Bilirsiniz bir süre sonra okuyucular diyaloglardan sıkılmaya başlar ancak sizi bunu ustaca aşmışsınız. Bu akıcı üslubunuzun sırrı nedir?
—Yazar yazarken uyuyorsa, okur da okurken uyur diyordu William Zinnser. Bunu çoğaltabiliriz: Yazar yazarken sıkılıyorsa, okur da okurken sıkılır. Yazar yazarken hayret etmiyorsa, okur da okurken hayret etmez. Yazar yazarken iyileşmiyorsa, okur da okurken iyileşmez. Yazar için önemli olmayan şey, okur için de önemsizdir. Bunun tek bir istisnası var yalnız: Yazar yazarken gülüyorsa, okur da okurken güler ama okuduklarına değil, yazara… Gülünç olursunuz, yazmak ciddi ve zor bir iştir.
Duygu aktarımı yüksek diyaloglar yazmak konusunda Allah vergisi bir kabiliyetim var şimdi bunu saklayamam. Buna empati mi derler sempati mi derler ne derler bilmiyorum. Fakat bir ayının ağzından konuşuyorsam bir ayı olurum, hiç de zorlanmam. (Belki kurbağa biraz zorlar, özellikle de Ötmeyen Toros Kurbağası olursa… Ötmüyor çünkü, ötse yine bir oluru var…) Eğer bir ergenin ağzından konuşuyorsam, ergen olurum ve yetmiş-seksen yaşında bir kadının dilinden diyalog yazmam gerekiyorsa, yetmiş seksen yaşında bir kocakarı olmakta da hiç zorlanmam. Bunu nasıl yapabildiğimi bilmiyorum. Ama yapıyorum, kabiliyet diye bir şey var neticede… Bu arada ne diyordu Filozof, Çaylak’a: “Kabiliyet tek başına iyi bir şey yapmanıza yetmez, yırtınmanız da gerekir ama kötü bir şey yaptığınızda bunu fark etmenizi sağlar…” Kitaplarımda yazdığım sayfalar dolusu diyaloğu okurlarım sıkılmadan okuyabiliyorlarsa, bu benim hem kabiliyetli olduğumu hem de çok çalıştığımı gösterir. Bunu ortalık yerde apaçık bir şekilde söylüyor olmam sizi şaşırtmasın; Kibir ne kadar sevimsiz ise, gereksiz mütevazilik de o kadar gereksiz bir şeydir… Hele de bizimki gibi mütevaziliğin artık pek değer görmediği bir memlekette…
Ne diyordu Filozof: “Sahip olduğun özelliklerin birer yetenek olduklarını düşünürsen onlarla övünürsün, kabiliyet olduklarını bilirsen, onlar için hamd edersin…” Hamd olsun…
Eğitim sistemimizde malumunuz Felsefe dersleri belirli bir seviyeden başlıyor ve orada da maalesef ki programın temel kaygısı belirli bir müfredatı öğrenciye aktarmak üzerine şekillenmiş. Üstelik bunu da haftalık çok sınırlı bir ders saati üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Lise yıllarımda mesela ben felsefe dersinin gelmesini iple çeker hocamla felsefenin konuları üzerine tartışmayı çok severdim ancak bunu bir türlü yapamazdım çünkü öğretmenimizin yetiştirmesi gereken konular olduğu için sonra bu konuları konuşuruz, derdi ancak o “sonra” hiçbir zaman gelmezdi. Liselerde dahi hal böyleyken ortaokul ve ilkokul kademelerinde felsefe dersinden söz etmek nerdeyse imkânsız. Son zamanlarda yaygın eğitim kapsamında P4C gibi uygulamalar ilgi görse de sorgulayıcı düşünme becerisini kazandırma noktasında çocuklarımızla ve gençlerimizle felsefe yapabilme imkânı maalesef yok. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ve sizce ilkokul ve ortaokul eğitim kademelerinde P4C uygulamasının veya benzer bir şekilde onların seviyelerine uygun bir düzeyde felsefe dersleri veya etkinlikleri olmalı mı?
—Resmî eğitim adı üzerinde resmî olmak zorundadır. Süresi ve icra edildiği mekanlar belli olduğu gibi müfredatı da bellidir. Bilgiye erişimin bu derece kolaylaştığı bir zamanda artık bilmek ve bildiğini diğerlerine aktarmak bir marifet değil. Aslına bakarsanız bana göre “resmî eğitim” bitmiştir. Eğer ki kendisini, “varoluşsal bir eğitim metodu” ile güncelleyebilirse o zaman elli sene yüz sene, beş yüz sene önceki işlevselliğini yeniden kazanabilir belki.
“Varoluşsal bir eğitim modeli” ya da “Varoluşsal bir müfredat” kavramlarını on senedir her fırsatta orda burada dile getiriyorum şu ana kadar tam olarak ne ifade etmek istediğimi gerçekten merak edip soran pek kimse çıkmadı. Haklı olarak kimse, liseye kadar okumuş, onu da zor bitirmiş birinin eğitim konusundaki fikirlerini ciddiye almıyor. Çok çok kısaca özetleyeyim: Öğrettiğimiz ve öğrendiğimiz her bilginin kesinlikle varoluşumuza anlam katan bir tarafı olmalı. Eğer şu an yaptığımız gibi bilgiyi sadece bir sınav sorusunun cevabı olması için öğreniyor ya da öğretiyorsak, bu varoluşsal çabanın çok çok gerisindeyiz demektir. Ayrıca bunca emeğe ve masrafa da hiç gerek yok artık, “yapay zeka”ya sorarız olur biter…
Varoluşsal bir eğitim, insanın kendi varlığını, o varlığı kendisine hissettiren ve tattıran kendi benliğini keşfetmesi ile başlar. Böyle bir yola çıkmak için geç kalınmamış bir zamanda çocuklara ve gençlere özgür düşünce eğitimleri vermemiz ve bunun keyfini tadabilecekleri alanlar açmamız gerekiyor. Bunun nasıl olacağı hakkında bir fikrim yok. Kolay olmayacağı kesin çünkü günümüzün liselerinde, insan gözünün görüp görebileceği en büyük mucize olan varlığa, var olmaya, kendi varoluşuna dair, bunun yoksunluğunu hissettiği halde hiç kafa yormamış, buna fırsat bile bulamamış gençler var…
Çocuk Edebiyatı özelinde konuşacak olursak çocuk edebiyatında eserlerinin bir görevi de çocuğun eğitim sürecine yardımcı olması ve bazı kazanımları edinmesini sağlamaktır, bu her ne kadar tartışmaya açık bir konu da olsa bu gerçeği de tamamen yadsıyamayız. Bu bağlamda çocuk edebiyatı ile felsefe arasında bir etkileşimden söz etmek mümkün mü? Çocuk edebiyatında felsefenin yeri ve önemine dair bize neler söylemek istersiniz?
—Çocuk edebiyatında felsefenin özel bir yer yok bana göre. Alış-veriş listesinin bile kendine göre bir felsefesi vardır. Elbette bir çocuk kitabının da, felsefesi, önermesi, bakış açısı olacak ve olmalıdır. Çocukların okuduğu kitaplar, onları varoluşsal anlamda tatmin etmelidir. Bence iyi bir çocuk kitabı bunu başarabildiği ölçüde iyidir.
Ben, çocuk okurun zekasını küçümseyen ve “çocuklar anlamaz” ezberinin içine sığınanların, bu söylemleri ile aslında kendi mütevazı zekâ seviyelerini ele verdiklerini düşünüyorum. Çocuklar anlar. Ama bazen yetişkinler anlatamaz! Ayrıca çocukların zekâları da yetişkinlerden daha keskindir. Sadece yeterince hayat tecrübeleri yoktur. Ve bilgi de bir tür hayat tecrübesidir. Onlar için yazarken bunu göz önünde bulundurmalıyız…
Anne babalar ve öğretmenler genelde çocukların okudukları kitaplardan bir şeyler öğrenmeleri gerektiğini düşünürler. Bana göre bir çocuğun kitaplardan ilk öğrenmesi gereken şey, onların eğlenceli olabileceğidir. Bu aşamayı pas geçerseniz, bir sonraki aşamayı zor görürsünüz…
Çocuklar gelişim sürecinden geçtiklerinden onlara yönelik yapılacak her işte “hassas, dikkatli ve doğru” bir eylem içerisinde olmak çok önemli zira bilişsel ve ruhsal gelişimleri zarar görebilmekte. Peki çocuk kitaplarında felsefi konular işlenirken sizce nelere dikkat edilmeli ve ebeveynler bu alanda çocukları için kitap seçiminde nelere dikkat etmelidir.
—Şunu en baştan söyleyeyim: Kitapların resmî ya da gayrî resmi bir kurum, kuruluş, dernek, vakıf… vs tarafından değerlendirilmesi sağlıklı işleyebilecek bir yöntem değildir. Çünkü bu işin sonu meydanlarda kitap yakmaya kadar gider. Çocuk kitaplarını anne, baba ve eğitimciler değerlendirir sadece. Bu hak sadece onlara aittir. Çocuklarının belli bir yaşa kadar ne okuyup ne okumayacağına da onlar karar verebilirler. Elbette özel çabalar ve içinde, Cin Ali İle Berber Fil gibi kıymetli kitapların alt alta sıralandığı “ölmeden önce okunacak kitaplar” listeleri de yayınlanabilir. Laf aramızda ben de böyle bir liste yayınlamayı ve Karamazov Kardeşler ile Savaş ve Barış arasına Çaylak ile Filozof’u sıkıştırmayı düşünüyorum. Fakat Yüz Yıllık Yalnızlık’ı Çaylak ile Filozof’tan önceye mi, yoksa sonraya mı koyayım buna henüz karar veremedim. Her iki durumda da Gabo’nun mezarında ters döneceğinden şüphem yok! Ama zaten başkaca listeler yüzünden defalarca ters dönmüş olmalı! Bir kez daha dönmek ona iyi gelebilir. Toprağı bol olsun…
Kitap yazmanın ve yayınlamanın bu kadar kolay olduğu bir zamanda insanlara “Şöyle yazın, böyle edin şunlara dikkat!” demenin pek bir anlamı yok aslına bakarsanız. Zamanımızda yazar olmak için birkaç yüz bin takipçisi olan bir sosyal medya hesabına sahip olmak kâfi geliyor malum. Hatta takipçi sayınız milyonu bulduysa, yazar olduğunuza sadece başkaları değil, bizzat kendiniz bile inanabilirsiniz!
Anne babalar ve eğitmenler, manav tezgahından elma armut seçerken gösterdikleri titizliği, çocuklarına kitap seçerken de göstersinler yeter bence… Fakat yayınevlerinin, yayınlayacakları kitapları “yazarının takipçi sayısına göre” değerlendirdiği bir ülkede bu kadarının bile pek kolay bir şey olmadığını da belirtmem gerek.
Bu arada eğitim camiasında, “okula gelen yazar” diye bir tabir ortaya çıktı. Rica ediyorum çocuklara okutacağınız kitapları, “yazarı okula geliyor ya da gelmiyor” diye değerlendirmekten vazgeçin artık. Tamam elbette okur-yazar buluşmaları çocuklar için çok büyük anlamlar ifade ediyor. Ama bu tavrınız yüzünden iş tamamen ticari bir faaliyete döndü. Yayınevleri, “Beş yüz kitap alana yazarı bedava!” kampanyaları yapıyorlar.
Bana sorarsanız, çocuklarınız için kitap seçerken dikkat edilmesi gereken kriterler listesinde, yazarının okula gelmesi çok çok alt sıralarda olması gereken bir kriterdir. Hatta olmasa da olur. Ama yine de siz bilirsiniz…
Son olarak Çaylak ve Filozof serisinin yeni kitabı “Benliğin Karanlık Tarafı” çıktı. Bu eseriniz hakkında okurlarımıza ve kitabı merakla bekleyen okurlarınıza neler söylemek istersiniz?
–Bildiğiniz gibi ilk kitap, Çaylak ile Filozof’un tanışma kitabıydı. Filozof çok akıllıca bir hamle yaptı, Önce Çaylak’ın kendisini ciddiye almasını sağladı. Kendisini ciddiye almayan biri ile ciddi şeyler konuşamazdınız çünkü. Henüz kendi benliğinin farkında olmayan birinden de kendisini ciddiye almasını bekleyemezdiniz. İşte tam da bu yüzden Filozof, Çaylak’ı kendi benliğini fark edebileceği bir yolculuğa çıkardı. Sekizinci kitap, BENLİĞİN KARANLIK TARAFI bu yolculuğun ister istemez geçmesi gereken bölümüydü. Çaylak kendi benliğinin karanlık tarafı ile yüzleşebilecek olgunluğa ancak gelebildi diyebiliriz. Kitabı okuyanlar da Filozof’un ona hiç acımadığını fark edeceklerdir zaten…
Dizinin müdavimlerinin iyi bildiği gibi her kitabın satır aralarında ve özellikle son bölümünde, Çaylak ile Filozof’un gerçek hayatına dair birtakım ipuçları veriyorum. Bu bölümlerde, o uzun uzadayı devam eden Sokratik dialoglar kesiliyor ve benim duygusal notalara bastığım başka bir atmosfere geçiliyor. Son kitapta da yine böyle bir bölüm var sanırım şimdiye kadarkilerin en sarsıcısı da bu oldu.
Peki bunu niye yapıyorum? Çaylak ile Filozof’un gerçek hayatına dair bu ayrıntıları okurlarla neden paylaşıyorum? Bunun iki sebebi var: Birincisi kurguladığım bu karakterlere gerçeklik katmak ki, pek çok okurum bana bunların gerçek olup olmadığını soruyor ısrarla. İkinci sebep ise büyük oranda akla konuşan bir kitaptan okurumun aklı ile çıkmasını istemiyor olmam. Bu yüzden son sayfalarda onların kalplerine dokunuyorum. Akılda kalan unutulur ama kalpte kalan unutulmaz çünkü…
Bu arada eğer kararım değişmezse, bu dizi, onuncu kitap ile bitecek. Yani geriye iki kitap daha kaldı. Okurlarımdan biraz daha sabır istiyorum. Sonra hepimiz kendi yolumuza devam ederiz ta ki, yollarımız bambaşka bir kitabın sayfalarında, bir kez daha kesişene kadar…
Hayırla kalınız…
Allah bütün kanadı kuşlara şifa versin… Amin.
ÖZKAN ÖZE
Yorum Yap