Sizler için “Öyküleştirme” alanında önemli çalışmalara imza atan ve Türkiye’de “öyküleştirerek öğretim” yaklaşımının tanıtılmasında ve yaygınlaşmasında öncülük eden kıymetli eğitim uzmanı Ceren Moghaddam ile çocuk kitaplarında ve öğretim süreçlerinde öyküleştirmenin etkisine dair keyifli, ufuk açıcı bir söyleşi yaptık.
Ceren Hanım öncelikle platformumuzda sizleri görmek mutluluk verici. Hemen konuya girecek olursak çocuk kitaplarına çocuk edebiyatı nazarıyla baktığımızda sanatsal yönlerinin ağır basması öncelikli bir kriter ancak etkin ve kalıcı öğrenme, çoklu zekâ, çağdaş eğitimin ilkeleri bir konunun veya kavramın farklı duyu organları ve farklı zekâ alanlarında yani çoklu kanallar aracılığıyla öğrencinin öğrenme sürecine dahil edilmesini ön plana çıkarmakta. Örneğin Empati kavramını çocuğa resim çizerek, film/çizgi film izleyerek / drama/canlandırma yaparak, oyun oynayarak, roman/hikâye okuyarak veya dinleyerek o konuyu derinlemesine çok yönlü öğrenmesi esastır. Bu nokta da kitaplar ve hikayeler öğretmenler için vaz geçilmez araçlardan biridir zira bu insanlık tarihi ile nerdeyse yaşıt bir materyal ve yöntemdir. Hikayeler aracılığıyla bir şeyler aktarmak insanlık tarihi boyunca vaz geçilmez bir araç olmuştur. Çocuk kitaplarında onlara öğretmemiz gereken kavramları öyküleştirme yöntemiyle aktarmak mümkün mü veya doğru mu? Bize bu işin bilimsel yönüne, yönlerine ve detaylarına dair neler söylemek istersiniz?
Merhabalar öncelikle nazik davetiniz için ben teşekkür ediyorum. Eğitim-öğretim süreçlerinde hikayeleştirmenin ve anlatıcılığın önemini kavramış bir eğitimciyle edeceğim sohbet için şimdiden çok mutluyum. Çocuk kitaplarında kavramları öyküleştirerek aktarmak hem bilimsel hem de pedagojik açıdan oldukça etkili bir yöntem, üstelik yeni de değil. İlk kez 1861 yılında İskoçya’da kullanıldı bu yöntem. Öğretim programlarındaki boşlukları giderme çalışmalarının bir ürünü olarak ortaya çıktı. Çocuk edebiyatı, sanatsal bir derinliğe sahip olmanın yanı sıra, çocukların bilişsel, duygusal ve sosyal gelişimini destekleyen çok yönlü bir öğrenme aracı, bu nedenle çocukların bu sürece aktif katılıyor olması onların bu alanlardaki gelişimlerini de büyük ölçüde destekleyecektir. Öyküleştirmenin çocuk gelişimi ve öğrenme üzerindeki etkilerini incelemek için birkaç bilimsel perspektiften yaklaşabiliriz. Öyküleştirme, bilgiyi sadece aktarmakla kalmaz, onu anlamlandırmayı ve içselleştirmeyi kolaylaştırır. Eğitim bilimci Jerome Bruner’a göre insanlar dünyayı anlatılar yoluyla anlamlandırır ve bilgiyi hafızaya alırken öykü formatında düzenleme eğilimindedir (Bruner, 1991). Bu nedenle çocuklara yeni kavramları öğretirken öyküleştirme yöntemi, doğal öğrenme süreçlerine daha uygun bir yöntem sunar. Çoklu Zekâ Kuramı bakımındn ele alacak olursak : Howard Gardner’ın (1983) ortaya koyduğu Çoklu Zekâ Kuramı, bireylerin farklı zeka türleriyle öğrendiğini savunur. Hikâyeler; sözel-dilsel, görsel-mekânsal, içsel, kişilerarası, müzikal, bedensel-kinestetik gibi birçok zekâ alanını destekleyebilir. Örneğin, empati kavramı bir çocuğa sadece kavramsal olarak anlatılabilir; ancak bir hikâye aracılığıyla ona yaşatıldığında, çocuk bu duyguyu çok daha kolay bir biçimde içselleştirebilir. Duygusal Bağ Kurma ve Kalıcı Öğrenme bakımından ise Öykülerin güçlü bir yönü de duygusal bağ kurma yetenekleridir. Daniel Goleman’ın (1995) Duygusal Zekâ kuramına göre, bireyler duygusal olarak bağlantı kurdukları bilgileri daha iyi öğrenir ve hatırlar. Çocuklar bir karakterin yaşadığı deneyimleri kendi yaşamlarıyla ilişkilendirdiğinde, kavramları daha iyi anlar ve özümser. Nörobilim açısından baktığımızda: Beyin araştırmaları, öykü anlatımının öğrenme sürecindeki etkisini nörobilimsel olarak da destekler. Örneğin, Paul Zak’ın (2014) yaptığı çalışmalar, hikâyelerin oksitosin salgılanmasını artırarak bireylerde empati duygusunu geliştirdiğini göstermektedir. Hikâyeler, beynin birden fazla bölgesini aynı anda harekete geçirerek öğrenmeyi pekiştirir. Öykü anlatımı, insanlık tarihi kadar eski bir öğrenme aracıdır. Mitler, masallar, efsaneler, destanlar, insanlara değerler, ahlaki normlar ve yaşamsal bilgileri aktarmak için kullanılmıştır (Campbell, 1949). Bugün çocuk kitapları da aynı işlevi görmektedir; çocuklara soyut kavramları somut bir çerçevede sunarak anlamlandırmalarını sağlar. Bilimsel araştırmalar da gösteriyor ki, çocuk kitaplarında kavramları öyküleştirerek anlatmak, çocukların hem bilişsel hem de duygusal gelişimini destekleyen en etkili öğrenme yollarından biridir. Ancak bu yöntemin başarılı olması için birkaç hususa çok dikkat etmek gerekiyor. Onlardan bazıları: Sanatsal ve edebi kaliteyi korumak, didaktik olmaktan kaçınmak, çocuğun yaş gelişimine uygun bir anlatım dili seçmek, hikâyenin empati kurmaya, düşünmeye ve sorgulamaya yönlendirebiliyor olması oldukça önemli. Hikayeleştirme, çocuk edebiyatında yalnızca bilgi aktarmanın değil, hayal gücünü besleyerek çocuğu aktif bir öğrenme sürecine katmanın da anahtarlarından biridir. Bu yüzden, kavramları hikâyeler aracılığıyla vermek aynı zamanda en doğal ve kalıcı öğrenme yollarından biridir.
Öğretimde Öyküleştirme isimli eserinizde “ayna nöronlardan” ve onların öğrenme üzerindeki etkilerinden söz etmiştiniz, peki çocuk kitabı yazarları, kavramları öyküleştirerek aktarırken nelere dikkat etmeli yani “ayna nöronları” maksimum düzeyde etkin ve verimli şekilde kullanmak için nelere dikkat etmeli?
Ayna nöronlar, öğrenme sürecinde bireyin gözlemleyerek, empati kurarak ve taklit yoluyla bilgi edinmesini sağlayan sinir hücreleridir. İlk olarak Giacomo Rizzolatti ve ekibi (1996) tarafından keşfedilen bu nöronlar, başkalarının yaptığı eylemleri izlediğimizde bizim beynimizde de benzer bir aktivasyon meydana getirdiğini ortaya koymuştur. Bu buluş, çocuk kitaplarında öyküleştirme yönteminin neden bu kadar etkili olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Ayna nöronların en etkin çalıştığı durumların başında empati kurulabilir karakterler gelir. Paul Zak’ın (2014) çalışmalarında, okuyucunun hikâye kahramanıyla duygusal bağ kurduğunda oksitosin seviyelerinin arttığı ve bunun da öğrenmeyi pekiştirdiği gösterilmiştir. Bu yüzden, çocuk kitabı yazarlarının: Çocuğun kendisini kahramanın yerine koyabileceği doğal ve gerçekçi karakterler oluşturması,kahramanın duygu durumlarını (sevinç, üzüntü, korku, heyecan) belirgin şekilde yansıtması, kahramanın seçimleri ve eylemleri üzerinden çocukları düşünmeye teşvik etmesi gerekir. Ayna nöronlar, yalnızca gözlem yoluyla değil, hareket ve eylem odaklı anlatımlarla da daha aktif hale gelir (Gallese & Goldman, 1998). Bu nedenle hikâyelerde sadece duygu ve düşünceleri değil, karakterlerin bedensel eylemlerini de ön plana çıkarmak önemlidir. Örneğin: “Ali üzüldü” yerine, “Ali başını eğdi, omuzları düştü, gözleri doldu” gibi daha hareket içeren tasvirler kullanmak veya çocukların içselleştirmesi gereken bir kavramı karakterin bir bedensel deneyim yoluyla yaşamasını sağlamak, hikâyeye drama ve taklit edilebilir sahneler eklemek, çocukların okuduklarını oyunlaştırarak pekiştirmelerine yardımcı olur. Ayna nöronlar yalnızca hareketleri değil, duyusal deneyimleri de taklit eder (Keysers, 2011). Çocuk kitabı yazarları, hikâyelerde beş duyuya hitap eden ifadeler kullanarak öğrenme sürecini derinleştirebilirler. Örneğin: “Elma güzeldi” yerine “Elma parlak kırmızıydı, ısırınca sulu sulu aktı ve tatlı bir koku yaydı” gibi duyusal betimlemeler kullanmak, hikâye içinde dokunma, işitme, tatma, koklama ve görme duyularını harekete geçirecek sahneler oluşturmak, resimli kitaplarda karakterlerin yüz ifadelerini ve hareketlerini abartılı ve belirgingöstermek gibi teknikler kullanmak, çocukların ayna nöronlarını harekete geçirerek hikâyeyi daha iyi anlamalarını sağlar. Ayna nöronlar, bireyin sosyal öğrenme süreçlerinde de büyük rol oynar (Iacoboni, 2009). Bu nedenle hikâyelerde: Kahramanların birbirleriyle duygusal ve bilişsel etkileşimde bulunması,Diyalogların doğrudan anlatımlardan daha fazla kullanılması,Çocukları hikâyeye dahil edecek soru-cevap bölümleri ya da düşündürücü konuşmalara yer verilmesi, çocukların öğrenme sürecini daha etkin hale getirir. Joseph Campbell’ın (1949) ortaya koyduğu “Kahramanın Yolculuğu” modeli, etkileyici hikâyelerin temel yapısını oluşturur. Ayna nöronları en çok harekete geçiren unsurlardan biri de duygusal dalgalanmalar ve beklenmedik olaylardır. Çocuk kitabı yazarları, hikâyelerde gerilim, çatışma ve çözüm unsurlarına yer vererek, çocukları hikâyeye daha fazla dahil edebilir,Kahramanın bir zorlukla karşılaşmasını ve çözüm için çaba sarf etmesini sağlayarak, çocuğun kendi yaşantılarıyla ilişki kurmasını mümkün kılabilir,hikâye sonunda çocuğa sorgulama alanı bırakarak, onun öğrendiklerini kendi hayatına nasıl entegre edeceğini düşündürmelidir.Çocuk kitaplarında ayna nöronları etkin kullanmak için: Empati uyandıran karakterler yaratılmalı,Hareket ve beden diline odaklanılmalı, Beş duyuya hitap eden betimlemeler kullanılmalı,Sosyal etkileşimi ve diyalogları öne çıkaran sahneler oluşturulmalı,Dramatik gerilim ve çözüm süreçleri güçlü bir şekilde kurgulanmalıdır.
Bu yöntemler, çocukların hikâyeyi sadece okumalarını değil, beyinlerinde yaşayıp deneyimlemelerini sağlar. Sonuç olarak, kavramların öyküleştirme yoluyla aktarımı, sadece bir anlatım tekniği değil, beynin öğrenme dinamiklerine uygun bir strateji olarak düşünülmelidir.
Biz insanlar hikayeleri dinlemeyi, okumayı, hatta kimi zaman yazmayı severiz. Sinema da aslında bir hikâye aktarma aracıdır ve bizi o şeyi izlemeye motive eden oradaki hikâyeyi öğrenmektir. Peki sizce adeta genlerimize kadar işlemiş olan bu hikâyeye olan tutkumuzun kaynağı nedir?
Sinema kesinlikle eğitim için çok etkili bir araç. Ben de ınstagram hesabım aracılığıyla günlük olarak ailecek izlenebilecek film önerileri paylaşıyorum. Her film izlemesi sonrası, film üzerine verimli sohbetler geliştirebileceğiniz sorular üretmek ve bu sorular üzerine çocuklarımızla birlikte düşünmek de zamanı etkin geçirmenin güzel bir yolu aile ortamında. İnsanlık tarihine baktığımızda, mağara resimlerinden modern sinemaya kadar uzanan bir hikâye anlatma ve dinleme tutkusu görüyoruz. Cevap, biyolojimizde, evrimsel sürecimizde ve bilişsel yapımızda saklı.İnsan türü, tarih boyunca hayatta kalabilmek için bilgiyi nesilden nesile aktarmak zorundaydı. Ancak bu bilginin soyut kurallar veya sıkıcı talimatlar yerine hikâyelerle aktarılması, öğrenmeyi çok daha etkili hale getirdi. Örneğin, “Bu ormanda gece tek başına dolaşma” demek yerine, “Büyükbaban bir gece tek başına ormana gitti ve bir daha geri dönmedi” demek, bilgiyi çok daha güçlü bir şekilde karşı tarafa aktarıyordu.. Evrimsel psikolog Merlin Donald’a (1991) göre, hikâye anlatımı, insan türünün bilişsel evriminde kritik bir rol oynayan bir kolektif hafıza mekanizmasıdır.Hikâye anlatımı sırasında beynimiz sadece dil işleme merkezlerini değil, aynı zamanda duygusal, motor ve duyusal bölgeleri de aktive eder. Paul Zak’ın (2014) araştırmalarına göre, etkileyici bir hikâye dinlediğimizde beynimizde oksitosin seviyeleri artar. Oksitosin, empati kurmamızı sağlayan hormondur; yani iyi bir hikâye bizi karakterlerle duygusal olarak bağlar.Üstelik, beynimiz bir olayı sadece okuduğunda veya izlediğinde değil, sanki gerçekten deneyimliyormuş gibi tepki verir. Bir karakter korktuğunda, bizim de amigdalamız (beynin korku merkezi) aktive olur; bir kahraman başarıya ulaştığında, bizim de dopamin seviyelerimiz yükselir (Hasson et al., 2008). Yani hikâyeler, yalnızca bilgi vermekle kalmaz, duygusal bir deneyim sunar.SosyaAntropolog Jonathan Gottschall’ın (2012) çalışmalarına göre, hikâyeler yalnızca bireysel bir keyif aracı değildir; aynı zamanda toplumları bir arada tutan en güçlü yapıştırıcılardan biridir. Mitler, destanlar, dinî metinler ve efsaneler, toplulukların ortak değerlerini şekillendirir. Bu yüzden, hikâyeler sadece bir eğlence aracı değil, kültürel kimlik oluşturma mekanizmasıdır.Bugün sinema, hikâye anlatımının en güçlü formlarından biri haline geldi. Çünkü sinema, görsel ve işitsel anlatımla beynimizdeki ayna nöronları harekete geçirerek, hikâyeyi adeta bizzat yaşatır (Iacoboni, 2009). Sinema, bizi karakterlerin yerine koyarak, onların dünyasını deneyimlememizi sağlar. Örneğin, bir savaş sahnesini izlerken, kalp atışlarımız hızlanır, adrenalin seviyemiz yükselir—tıpkı gerçek bir tehlike anında olduğu gibi. Sonuç olarak, hikâyelere olan tutkumuz yalnızca bir alışkanlık değil, insan olmanın özüdür. Biz hikâyelerle öğrenir, hikâyelerle büyür, hikâyelerle düşünür ve hatta kendi hayatımızı bile bir hikâye olarak anlatırız. Büyük filozof Alasdair MacIntyre’ın (1981) dediği gibi:”Ben hangi hikâyenin parçasıyım?” sorusunu sormadan kim olduğumuzu bile bilemeyiz.İnsan, hikâyelerin içinde var olan bir varlıktır. Sinema, edebiyat, tiyatro ya da mitoloji… Tüm bunlar aslında bir bakıma da bizim kendimizi anlamlandırma biçimimiz
İyi bir hikâye hem öğretici hem ufuk açıcı hem de estetik yönleri tatmin eder. Peki öyleyse “iyi bir hikayenin” özellikleri nelerdir?
İyi bir hikâye hem öğretici, hem ufuk açıcı hem de estetik olarak tatmin edici olmalıdır. Bu üç temel niteliği sağlayan hikâyeler, insan zihninde kalıcı bir iz bırakır.İnsan beyni, karmaşık bilgileri hikâyeler aracılığıyla daha kolay öğrenir (Bruner, 1991). Ancak, öğreticilik sadece bilgi aktarmak anlamına gelmez; iyi bir hikâye:Öğretiyi doğrudan vermek yerine hissettirmeli: Eğer bir hikâye “iyilik yapmalıyız” derse, bu sadece bir mesaj olur. Ama bir karakterin iyilik yapıp bunun sonucunda derin bir dönüşüm yaşaması anlatılırsa, okuyucu bunu kendi deneyimi gibi hisseder.Sorgulamaya teşviketmeli: Büyük hikâyeler tek bir doğruyu değil, farklı bakış açılarını düşündürmeyi başarır. Orwell’in 1984’ü, okuyucuya özgürlüğün anlamını sorgulatırken; Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i, yetişkin dünyasının katı gerçekçiliğini çocuk gözünden eleştirir.Zihinsel bir yolculuk sunmalı: İyi hikâyeler, okuyucusunu mevcut düşünce sınırlarının dışına taşır. Bir fizikçi Einstein’ın Rüyaları (Alan Lightman) gibi bir romanı okuduğunda zamanın doğasına dair yeni bir bakış açısı kazanabilir.Hikâyeler, yalnızca geçmişi değil, geleceği de düşünebilmemiz için vardır. İyi bir hikâye okuyucunun bakış açısını genişletmeli, onu farklı dünyalara taşımalıdır. Bunu başarmak için:Beklenmedik ama kaçınılmaz olaylara yer vermeli (Aristoteles, Poetika): Olay örgüsü tahmin edilebilir olduğunda hikâye sıkıcı hale gelir. Ama eğer bir olay şok edici fakat mantıklı ise, okuyucuda güçlü bir etki bırakır.Karakterlerin iç dünyasına ayna tutmalı: Tolstoy’un Anna Karenina’sı ya da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı gibi eserler, okuyucuyu karakterin zihninin içine çeker. Bu, hikâyeyi sadece izlemek değil, yaşamak anlamına gelir.Farklı duyulara hitap etmeli: İyi bir hikâye, yalnızca gözlerimizle değil, tüm duyularımızla hissedilir. Örneğin, Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın romanı, sadece olay örgüsüyle değil, kokularla, renklerle, seslerle bizi hikâyenin içine çeker.Estetik yönü zayıf bir hikâye, okuma deneyimini tatsız hale getirebilir. Bir hikâyenin güzel olması, onun etkisini artırır. Bunun için:Dil, müzik gibi akmalı: Büyük yazarlar, sadece ne anlattıklarını değil, nasıl anlattıklarını da önemserler. Örneğin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cümleleri bir müzik gibi akar: “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında…”Görselliği güçlü olmalı: Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ında karakterler yalnızca sözcüklerden ibaret değildir; onların dünyası renklerle, kokularla, imgelerle doludur. Ritmi ve temposu olmalı: İyi bir hikâye, bazen sakin bazen heyecanlı bir akış izler. Haruki Murakami’nin eserleri, temposu değişen bir caz melodisi gibidir.İyi bir hikâye: Öğretici olmalı ama ders verir gibi değil, okuyucuya hissettiren bir derinlikle, Ufuk açıcı olmalı, alışılmış düşünce kalıplarını sarsmalı, Estetik olarak doyurucu olmalı, dili ve anlatımıyla etkileyici bir deneyim sunmalıdır.Borges’in dediği gibi: “Evren bir kitap değil, bir hikâyedir. Ve biz o hikâyenin içinde yaşayan karakterleriz.”Gerçekten de, en iyi hikâyeler bizi değiştiren, dönüştüren ve içimizde yeni pencereler açan hikâyelerdir.
CEREN MOGHADDAM
Yorum Yap